Ne tuhaf şu organik meraklısı, çevreci anneler!

 


Bazı durumlarda çocukların tepkileri yüzde yüz anne babalarının tutumunu yansıtır. Anneleri bir böcek görünce tavana sıçrıyorsa çocukları da büyük bir ihtimalle bir böcekle sokakta dahi karşılaşmak istemez ömrü boyunca. Sokak köpeklerinin kendisini yiyebilecek bir canavar olduğuna inananların çocukları masum bir köpeğin kendilerine azıcık yaklaşma girişiminde sinir krizleri geçirebilir. Bu yüzden ne zaman börtü böcek görsem mümkün olduğunca az tepki veririm ki çocuklar da dünyanın sonu gelmiş gibi paniklemesinler, bu dünyayı bizimle paylaşan başka canlıların da olduğunu kabullensinler. Arıları görür görmez kaçmak yerine, bir çiçekten öbürüne polen toplayışlarını izleriz; baharda uğur böceklerini alıp onların eline koymama bayılırlar.

İşte yine böyle duygular içindeyken seslendim çocuklara:

“Çocuklar gelin bakın bir misafirimiz var!”

koşar adım iki küçük ayaksesi duyuldu ve yanımda bitiverdiler. “Misafir dediğin kapıdan gelir. Annem bizi neden mutfağa çağırdı ki?” der gibi bakıyorlardı yüzüme. Bense salata yapmak için elime aldığım marulun içinden çıkan mini minnacık, fıstık yeşili tırtılı uzattım burunlarının dibine 🙂 Dansözlere taş çıkartırcasına göbek atışını seyrettik bir süre. Sonra yaprağın üstünde uzana kıvrıla ilerleyişine gülüştük. Neredeyse onu pet olarak bakmaya karar vereceğiz. Yeteri kadar oynadıktan sonra onu bahçeye bıraktık, kendine kemirecek yeni bir yaprak bulsun diye.

Kendi çocukluğumu düşündüm de; annem olsaydı marulun içinden tırtıl çıktı diye bu kadar da sevinir miydi? Elmadan kurt, maruldan tırtıl çıkması sevinilecek bir olay mıydı ki?.. büyük ihtimalle daha bize göstermeye bile gerek görmeden üzerinde marulu ayıkladığı gazeteyle birlikte çöpü boylardı minik yaratık. Çünkü o zaman doğal birşeydi. Elmalardan kurt, maruldan ıspanaktan tırtıl çıkardı. Domates, patlıcan dediğin yazın boy gösterir, kışın “turfanda” olurdu. (Bu kelimeyi duymayalı herhalde bir 15 sene olmuştur.)

Sonra yavaş yavaş bütün denge bozulmaya başladı. Her mevsim herşey bulunur oldu. “Bir şekilde” bol üretim olunca ucuzlaştı; yazın pırasa, kışın patlıcan yemek sıradanlaştı. Doğaya yapılan müdahale bununla da kalmadı. Herşeyin en dayanıklısı “keşfedildi”! Hiç bozulmayan plastik dayanıklığında domatesler, yalnızca suyla “bir şekilde” boy vermiş upuzun salatalıklar, dev kabaklar türedi. Kendi büyük içi kof karpuzlar; görünüşünden umulmayacak keleklikte kavunlar şaşırtmaya başladı bizi. Marullar kazık gibi dimdik, ıspanaklar marul kadar geniş yapraklı oldu. Elmalar, şeftaliler, özellikle de kış çilekleri aynı fabrikadan çıkmış konfeksiyon giysiler gibi tıpatıp aynı boyda yanyana dizildiler tezgahlara, kutulara. Pazardaki satıcı, kızını görücüye çıkarmış baba gibi gururlandı, tıpatıp aynı renkte ve boyda olan domatesleriyle, biberleriyle.


Ziraat mühendisi bir arkadaşım yıllar önce demişti ki; “pazardan aldığın meyve sebzenin ne kadar doğal, ilaçsız, katkısız olduğunu asla bilemezsin; ama tıpa tıp aynı renkte ve boyda olan şeylerden özellikle uzak durmak senin elinde. Doğada hangi bitkinin 2 meyvesi birbirine benzer ki?”

İşte artık, her şeyi her mevsim bulmak mümkün. Münkün de kime ne faydası var ki? Patlıcanı bütün kış özlesek de yaz gelip de kavuştuğumuzda tadına doyamasak daha güzel değil mi? Her sebzenin, meyvenin mevsiminde tüketilmesi gerektiğini savunuyor artık herkes. Evet, artık altını çiziyorlar, çünkü doğaya hükmetmenin, birşeyi mevsimi dışında zorla üretmenin kar’dan başka hiçbir yarar sağlamadığını biliyor bilinçli insanlar artık. Bilinçli insanların düşünmesi gereken daha pek çok şey var: mevsiminde değilse serada yetişmiştir; dayansın diye ilaçlara bulanmıştır; çooook uzaklardan ülkemize varıncaya kadar sağlam kalsın diye kim bilir ne işlemlerden geçmiştir; hatta bu dayanıklılığı daha meyve bile vermeden düşünüp tohumuna müdahale edilmiştir; genleriyle oynanmıştır; tarım ilaçları kanserojendir; genleri değiştirilmiştir; …mıştır; …muştur vs. endişeleri bitmek bilmiyor günümüz insanının. Eline aldığı paketi okumadan, içinde kaç tane E bilmem kaç katkı maddesi varmış diye bakmadan ağzına atamayacak kadar paranoyaklaştık mı ne? Bir yandan da “marulumdan kurt çıktı; demek ki gerçekten ilaçsızmış!” diye sevinecek hallere düştük. Aman katkısız olsun, doğal olsun, organik olsun diye kafayı yedik. “Organik” damgası vurulmuş şeylerin kaçta kaçı, kaçta kaç oranında gerçekten organik? Bu da başlı başına paranoya sebebi değil mi? Pazardaki her hangi bir tezgahtan almak yerine kendi tercihimizle kaç katı fazla ödeyerek ve “Organik” olduklarına inandıklarımıza da güvenemeyeceksek… “O zaman biz ne yiyeceğiz?” derdine saplanıp kaldık.

İzmir’in cırcır böcekli yaz günlerinde, kapının önünden geçen darıcıdan kaynamış darı alır da yerdik hiç tereddüt etmeden. Şimdi ben çocuklarıma nereden mısır alsam diye düşünüyorum. Mısır üzerinde en fazla “oynanan” oyuncak oldu gen mühendislerinin elinde. DNAsına yapmadık şey bırakmadılar. Bir de soya geldi, herşeyin içine yerleşti, tadının farkına varmadığımız şeylerde bile. Soyayı önce çoooook sağlıklı olarak tanıtıp, sonra da genleriyle oynayıp en ucuza imal etmenin yolunu aradılar. Doğunun sağlıklı ve uzun ömürlü insanlarını örnek gösterdiler, sağlıklı soyalı diyeti methederken. Çinli köylü soyayı tüketiyor ama kendi ürettiği soyayı tüketiyor ve soyayı hem etin hem de sütün,peynirin yerine yiyor. Her gün 2 porsiyon et yerken bunların yanında “sağlıklıdır diye” soyayı meze gibi tüketmiyor. Doğal soyayı etin yerine yiyen; daha az hayvansal besin tüketen uzun ve sağlıklı yaşıyor. “Biz ne yersek aynısını yiyelim, bir de yanında uzun yaşamın sırrını keşfetmiş doğulunun soyasını yiyelim” demekle olmuyor bu işler.

Herşeyi mevsimini beklemeden; iklim, ülke sınırları tanımadan elimizin altında bulan biz batılı çağdaş insanlar (özellikle anneler) neye güvenip de neyi yiyeceğimizi şaşırıp kalıyoruz. Biz yediklerimize ne kadar çok dikkat edersek edelim; kolesterol, şeker, kanser, kalp krizleri çok genç yaşlardan itibaren elimizi uzattığımız her yiyecekte aklımıza gelen şeyler, ne yazık ki… Öte yandan kendimize ettiklerimiz yetmiyormuş gibi aç gözlülükle üretirken doğaya ettiklerimiz de apayrı bir tartışma konusu. Genleriyle oynanmış mısırı, pamuğu, soyayı doğanın nasıl kabullenmesini bekleyebiliriz ki? Dünyada türler azalıyor; arılar yok olmak üzere, kimin haberi var? Doğaya yapılan her zorla müdahale bize zarar olarak geri dönmüyor mu? Şimdi doğa son çırpınışlarını yaşarken aman meyvenin, sebzenin kabuğunu çöpe atmayalım; çekirdekleri, tohumları boşa harcamayalım diye düşünmek için biraz geç kalmadık mı? Bütün dünyanın ihtiyacından kat kat fazla sığır eti üretiminin soluduğumuz havanın kirlenmesindeki, küresel ısınmanın artışındaki payını kim hesaba kattı ki? Dönüşüm yapalım diye kendimizi yırtsak, ömrümüzün sonuna kadar araba değil bisiklet kullansak ozon deliğini tıkayamayız artık!

Ölünceye kadar Ozon’dan haberi bile olmayan, kendini hiç tanıyamadığım sevgili dedem, annemin babası, üşenmez trenle Menemen pazarına gider kendi seçtiği oğlağı alır getirir, kendisi kesermiş avluda. Peynirini, tereyağını en hasından alırlar yerlermiş. Bahçedeki tavuklardan yumurtanın günlüğü, kendi elleriyle “doğal beslenen” tavuğun horozun en tazesi, bahçedeki ağaçtan bademi cevizi yerler de akıllarından bile geçmezmiş “artık yağsızını yiyelim” diye. O zamanlar, istesen de hiç birşeyin “diyet”i, “light”ı, “doğal besi”si, “katkısız”ı, “kalbi koruyan; yağları eriten”i yoktu zaten. Pazarda olan zaten doğaldı. Kendi bahçende yetişenden daha organik bulunmazdı.

“Organik pazardan domates alalım”, “Organik yumurtamız kalmamış”, “Meyve sebze kabuklarını atmayalım da gübre yaparız. Ekolojik fuarda çok güzel kompost küpleri görmüştüm”, “bebeklere organik pamuktan giysiler gelmiş”, “Ekolojik bez çanta hediye ettiler”, “Dönüşüm malzemelerinden elişi sergisi var.”, “Onu dönüşüme atıyoruz, yavrum”, “Hafta sonunda bisiklet turu var”, “Markete şişe kumbarası koymuşlar”, “kullanılmış yağları da götürmek lazım”, “Bunlar olmaz, sana organiktan alırım, yavrum”, “bunlarda çok katkı maddesi var”gibi muhabbetlerden ne anlardı ki dedeciğim…

Bırakın doğayı kendi haline; onda bozmaya kıyamayacak kadar güzel bir denge var zaten. Karıştırmayın türleri birbirine; birinin yiyeceğini esirgerseniz, bu zincirin ucu bize dokunacak. İstemiyorum 1 hafta dayanıp bozulmayan plastik gibi domatesler… istemiyorum hepsi aynı renkte, aynı boyda olsunlar. Ben seçeyim istediğim boyda olanı… kimi büyüğünü alır, kimi küçüğünü, yine de biter bütün tezgahtaki.  Kurt çıkmasın, böcek gelmesin diye bastığınız o ilaçları yutup hasta olacağıma, ilaçsız olsun da varsın dayanmasın.

BEN MARULUMU TIRTILLA, KURTLA PAYLAŞMAKTAN MEMNUNUM!

***************************************************************************************

Bugünün Notu: Ben bu yazıyı yazdığımda, henüz Japonyada deprem ve radyasyon sızıntıları olmamıştı. Belki deprem doğal bir afetti ama nükleer santrallar insanların kendi başlarına açtıkları bir bela. Sonuçları ortada… ne yazık ki aynı kaderden payımızı bütün dünya olarak alıyoruz. Kısacası, her geçen gün, çocukları için endişelenen annelerin başına yepyeni dertler açılıyor.




5 thoughts on “Ne tuhaf şu organik meraklısı, çevreci anneler!”

  • o kadar güzel yazmissiniz ki….Elleriniz dert görmesin… Marulumdan cikan tirtil sayesinde sayfaniza rastladim..Ben de tirtili cöpe atmak yerine, beslemeye karar vermistim. Ama ne yazik ki koydugum kutudan kacip gitmis:(Kücücük tirtil bile özgürlügüne ne kadar düskün degil mi?Ne yazik ki evde bulamadim, umarim yasamini sürdürüyordur:(

  • Pek güzel yazmışsınız..
    Elimden geldiğince mevsimindeki sebze ve meyveleri almaya çalışıyorum. Ve dünyam için dünyama iyi bakmaya…
    Bu arada şey… ben de börtü böcekten tırtıldan ödü patlayanlardanım 🙂

  • Ben de bezelyenin içinden kurt çıktı mı dört köşe oluyorum. Artık ne kadar az! Son yıllarda neredeyse hiç görmedim. Ne acı!

  • Nesillerle birlikte değer yargılarımız, bizi mutlu eden küçük şeyler de değişiyor. Anneannelerimiz kuyudan taşıma suyla iki büklüm saatlerce çamaşır yıkarken birisi onlara bir düğmeye basın da 1 leğen çamaşır 1 saat sonra temiz çıksın dese, ne mutlu olurlardı!! Bizim için kendimizi bildik bileli çamaşır yıkamanın tek yolu olduğundan, hiç de ayrıca bir mutluluk getirmiyor hayatımıza, her çamaşır yıkayışta. Onlar için de sebzenin meyvenin bahçede yetişmişi, kurtlusu salyangozlusu doğaldı şimdi biz kaybetmek üzere olduğumuz değerlerin farkına vardık da, koşa koşa organik pazarlara gidip üstüne de daha fazla ödeyip “doğalını” koyuyoruz sepetimize mutlu mutlu 🙂
    Bakalım bizim çocuklarımızı da neler mutlu edecek?
    Umarım daha doğal, daha barışcıl, daha evrensel şeyler…

  • al benden de o kadar 🙂 anneannem iyice yikatirdi salata yapraklarini aman icinde salyangoz olur diye simdi salyangoz cikinca sevip opuyorum, elmayi kurt yemisse gonlum rahatliyor .kim derdi kurtlu elmalar degere binecek diye degil mi? Bahcede sebze vs yetistiriyorum biliyorsun o bile care degil radyasyon bulutu gelecekmis carsamba gunu iki degil her ucu b… degnek oldu artik dunya

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir