“Herşey zamanında kolyoz Ağustos’da”
Yunanca’da böyle bir deyim var: herşey zamanında kolyoz Ağustosta. Şarkı bile olmuş ama ben dinlemedim hiç şarkısını. En azından Ağustosu ucundan yakalayıp ikincidir yediğimiz kolyozu bu kez mideye inmeden fotoğrafını çekip yayınlayayım dedim. Zira Ağustos ne zaman geldi de geçti inanın hiç anlayamadım bu sene.
Herşeyin zamanında olması gerektiği bizde de söylenir. Tabi bu “zamanında” deyimi son derece göreceli bir şey. Kimine göre “zamanında” evlenmek 25i bulmadan evlenmek anlamına gelse de, kimine göre bu fikri içine sindirebilmek 30lu yaşlarını bulur. Kimi erken yaşta çocuk sahibi olmanın “zamanında” bir karar olduğunu savunur, kimilerinin de -benim gibi- “artık şimdi zamanı” dediğinde herkes ümidini zaten kesmiş olur 🙂 Dolayısıyla birşeyleri “zamanında” yapmak/olmak/öğrenmek iyi de bu “zaman” meselesi yine herkesin kendi anlayışına, görüşüne göre değişiyor demek… Zamanında öğrenmek, deyince aklıma yıllar önce katıldığım bir Yunanca kursunda tanıştığım 50li yaşlarındaki Adile Hanım geldi. Ben o zamanlar Yorgo’yla nişanlıyken İzmirde bir Yunanca kursu açıldığını duyar duymaz katılmıştım. Ne de olsa müstakbel eşimin ana diliydi Yunanca, öğrenmek lazımdı. Benim yaşlarımda bir kız arkadaş daha vardı. O da Bodrumdaki balıkçılardan o kadar çok duyuyordu ki artık bu dili anlamasa olmayacaktı. Bir de zamanında biraz Antik Yunanca öğrendiğinden, bize durmadan “bunun Antik Yunancası da şudur” şeklinde yorumlar yapan genç bir bey vardı. Bir de Adile Hanım. “O yaşında n’apacak bu kadıncağız Yunancayı” diyenlere inatla, yalnızca bu dili duymayı ve (şarkıları) dinlemeyi çok sevdiği için katılmıştı kursa. En parlak notları alamasa da, gayet iyi gidiyordu.
– Eh, benim öğrenmem sizin kadar çabuk ve kolay olmuyor, herşey zamanında yapılmalı, ben biraz geç kaldım, diyordu.
“Herşey zamanında” deyimi şimdi bana onun yıllar önce söylediği bu sözleri anımsattı. Yıllardır görmediğim bir dostumu hatırlamış oldum. İnşallah iyi ve sağlıklıdır eski dostum, Adile Teyzem.
Gelelim Türklerin KolyoZ, Yunanlıların KolyoS dediği balığa. (Nedense Yunancadan alınan bazı kelimelerin sonlarındaki S Türkçe’de Z olmuş; maydanoZ, kolyoZ, ıstakoZ, istavroZ gibi…)
Kolyoz denizlerimizde Ağustos’ta bollaşır, üstelik bu dönemde kıyılara iyice yanaşırmış. Genellikle aralarındaki çok ufak farklılıklardan dolayı uskumruyla karıştırılan kolyozun gözleri uskumrudan biraz daha küçük, vücudu da daha ince uzun olurmuş. (-muş diyorum çünkü ben bu ufak(?) farkları ayırt edemiyorum :> Boyları genellikle 30 santimi geçmemekle birlikte boyu 60 cm.i, ağırlığı da 3,5 kiloyu bulanlar da olurmuş! Ama bizi bu dev boylar ilgilendirmiyor şimdi 🙂
Bizim elimizdeyse şunlar var;
- 5 tane orta boy kolyoz var (2şer büyüklere, 1 de yavruya diye hesaplanmış olarak)
- 2 tane büyük olgun domates
- 1-2 diş sarmısak
- 1 tatlı kaşığı şeker
- Zeytinyağı
- Tuz, kara biber
- 5-6 dal maydanoz ve/veya nane (isteğe bağlı)
- Biraz da patates (tarifte yoktu bizim tercihimizdi)
Fırınımızı 220 derecede ısıtıyoruz. Kolyozları ayıklayıp yıkadıktan sonra, kafalarını kesiyoruz. Balıkları karnından aşağıya kadar kesip açarak fileto haline getiriyoruz.
Domatesleri halka halka doğrayıp, suyunu bir kapta biriktiriyoruz. Sarmısakları dövüyoruz.
Balıkları yağlanmış tepsiye açık karınları tepsiye gelecek şekilde diziyoruz. Domateslerin suyunu biriktirdiğimiz kapta, sarmısak, şeker ve tuzu karıştırarak balıkların üstüne gezdirdikten sonra -istiyorsak ince doğranmış maydanozu da serpiştirdikten sonra- domates dilimlerini sıralıyoruz. En son da üstüne yeteri kadar zeytinyağı gezdiriyoruz. Balıkları fırında yaklaşık 30 dakika pişiriyoruz. Geriye bir tek, taze çekilmiş karabiber kalıyor. O da fırından çıkar çıkmaz ekleniyor. (Eğer nane de eklemek istiyorsak, ince doğranmış naneyi de balığı fırından çıkardıktan sonra üstüne serpiştiriyoruz) Yanında güzel bir beyaz şarapla afiyetle yiyoruz.
(Eee, nerde pişmişi kolyozların diyecek olursanız… Üzgünüm benim de aklıma geldiğinde fotoğrafını çekmek için artık çok geçti, tabaklarda kolyozdan çok, kolyoz kalıntıları kalmıştı.
“Anne, acıktım!” diyerek peşimde dolaşan ve balığın fırından çıkmasını zor bekleyen Mayacık bacaklarımın dibindeyken alelacele salataları yapıp öyle hızla oturmuştuk ki sofraya, benim kolyoz projesi sekteye uğramış, son fotoğrafran mahrum kalmıştı, n’apalım… Bir dahaki sefere diyerek en azından kolyozu Ağustos bitmeden yetiştireyim 🙂
Yanında en güzel mevsimini yaşayan domateslerden, acur, biber ve soğandan oluşan bol limonlu ve zeytinyağlı bir salata.
Bir de, benim her zaman danıştığım Turhan Baytop’un Türkçe Bitki Adları Sözlüğünde Türkçesini “Deniz Teresi” diye bulduğum, burada Kritamo adıyla bilinen harika kokulu birşey daha vardı soframızda. Bunları yaz başında deniz kıyısındaki kayalıklardan toplayıp getirmişti Yorgo. Onların aynı kaparileri ve dağ sümbüllerini yaptığımız gibi, biraz haşladıktan sonra süzüp salamurasını yaptık. Birkaç ay bekledikten sonra yenilmeye hazırdı. Tadına bakalı çok oldu ama yazmaya fırsatım olmamıştı. Bugün de balığın yanına çok yakıştı doğrusu…
Arkadaşların yorumları sonucu eklenti:
Latincesi Crithmum maritimum olan Kritamo’nun, Türkiye’de Kaya Koruğu adıyla bilindiğini öğrenmiş oldum.
sevgili Papatya,
Bu yazında bahsi geçen kaya koruğuna deyim yerindeyse bayılıyorum, burda biz ilk defa Mersin Anamur’a giden şahane panoramik fantastik ve nerdeyse tropik karayolunda satın almıştık, bir defa da Akdeniz’deki yol boyunca dizili gözlemecilerden birinde de denk geldik… Bir arkadaşım İİstanbul Moda’da bir meyhanede de görmüş, meyhane de çok meşhur aslında sadece şu anda ismini hatırlamıyorum… Bu kaya koruğu benim için saklı bir hazine gibi, ismini duyunca bile kendimden geçiyorum. Bir yandan bu kadar gizli bir hazine olması çok hoşuma gidiyor, bir yandan bütün dünyaya ismini haykırmak istiyorum. Ama sonuçta başımı elimin altına alıp sakin sakin düşününce de ‘yerel olan yerel kalsın’ diyor, hindistan da saklı hazineleri keşfetmenizi tüm kalbimle diliyorum. Çok şanslısınız:))
Çok sevgiler
pelin