Yaşam seni beklemez

Durmak lazım bazen… Sadece durmak…
Öylece durmak ve hiçbir şey yapmamak…
Sabah akşam trafiğinde geçen ömürler…
Dijital ekranların önünde yorulan gözler…
Stresin altında ezilip büzülen kalpler…
Sonra kaldıramayacağı kadar yükün altında ezilen vücut patlak veriyor en zayıf noktasından. İçindeki lavı daha fazla tutamayan bir yanardağ misali, püskürterek atıyor lavları; öfke olarak, nefret olarak, bu hayattan bıkkınlık, hiçbir şeye katlanamaz anlayışsızlık olarak.
Avuntuyu kimi sigarada buluyor kimi içkide: “Bu da olmasa katlanılır mı bu hayata, bunca strese?!” diyerek…
Ve yahut işten sonra zor atıyor kendini bir meditasyon merkezine… Biraz olsun sakin sakin oturmak, kendini dinlemek için… Bunu ona başkalarının söylemesi, illa ki birinin hatırlatması gerektiği için…
Çünkü bunu bile düşünemeyecek kadar “meşgul” herkes… Hep bir telaş, hep bir koşuşturmaca, bir yerlere yetişmece…

Kendini kandırıyorsun, halbuki. Sen de biliyorsun ki… Hayatın akıp geçerken, yıllar senden alıp götürürken bir sabah neye uğradığını anlamadan, gözlerini bir hastane yatağında da açabilirsin. O zaman hiç bulmadığın kadar zamanın olur; saatlerce, belki de günlerce düşünecek kadar. Vaktin olur da acaba kalkıp gidecek takatın olur mu? Elin kolun serum kablolarına dolanmış, ciğerlerine oksijen bağlanmış, hayatının muhasebesini yapmak doktorların eline kalmışsa, ne yazık sana… Ardından koşsan ne çare… Tren kaçmışsa bir kere.

Hayat bizi beklemez. Kendi bildiğini okur. Hayata yetişebilmek ve yakasına yapışabilmek için, önce hayatın gözlerinin içine bakmak gerekir.

Hayatın nasıl? Nereye gidiyorsun? Bu telaş, zamanla yarış niye? Gittiğin yollar seni nereye götürüyor? Gitgide kendinden uzaklaştırıyor mu? Peki ya sevdiklerin, yapmaktan hoşlandığın şeyler? Onların avuntusunu şu yaktığın sigarada mı buluyorsun? Üflediğin dumanın içindeki hayalleri gözlerinin önünde. Sanıyorsun ki ne kadar çok çalışırsan o kadar iyilik ediyorsun onlara. Ne kadar çok kazanırsan… Halbuki kaybeden sen oluyorsun, sonunda. Sen hayatını feda ederken, kaybettiklerin telafi edilemez halde birikiyor. Çocuklarının en güzel anlarını kaçırıyorsun, eşinle paylaşacağın en güzel zamanları veya sevgilinin seni beklerkenki heyecanını. Sen hep eksiliyorsun da anlamıyorsun bile…

Belki de bir eşe, sevgiliye bile vaktin olmadı ki hiç. Çocuk desen, bir türlü programa dahil edilemedi zaten. Yapayalnız girdiğinde yatağa, “ne kadar huzurlusun” onu söyle bana. Kazandığın dolgun maaş, aldığın unvan, geldiğin o erişilmesi zor pozisyon. Bunların hiçbiri gece olunca kıvrılıp da sokulamıyor koynuna. Seni şefkatle saramıyor. Can yoldaşın olamıyor. Etrafında koşup oynayamıyor bile…

Paran, unvanın, kariyerin var… da ne olacak? Ya sonrası?

Sözüm size; iş toplantılarıyla flört edenler, aşk mektubu yerine raporlar yazanlar, özel hayatının en mahrem saatlerini bir otel odasında yapayalnız geçirenler, hayatını eşiyle değil işiyle paylaşanlar!
Size “gelecek” vaat eden patronların sizin ömrünüzü satın aldığının farkında değil misiniz?

“Gelecek” ne zaman gelecek?!

Dışarıda keşfedilecek bir dünya, doyasıya yaşanmayı bekleyen bir hayat varken; sizin hep bir yapacak işiniz, girecek toplantınız, yazılacak raporunuz, görüşülecek çok önemli meseleleriniz, üretmeniz gereken “acil” çözümleriniz var da bir tek kendinize sürecek merheminiz yok.

Halbuki hayat boşa harcayamayacak kadar kıymetli… Kıymetli de tutulmalı. Çünkü ellerinden kaçıp gideceğini anladığın gün, gözünün önünden hızla geçenler, umarım ki hayatın boyunca zevkle yaptıkların olur, bir türlü yapamayıp içinde kalanlar değil.

Yemek yemenin bile zevk alınan bir ihtiyaçtan çıkıp alelacele halledilmesi gereken bir zaman kaybı görüldüğü bu çağda, hayatın akışı içinde olması gerekenleri olması gerektiği gibi yaşamaya bak sen, hâlâ yapabiliyorken.
Zamanı geldiğinde yemeğini yemeye vakit ayır, şöyle bir otur da keyifle iç kahveni… Yalnızca bu değil elbet. Sevmeye, sevişmeye, konuşup dertleşmeye, gün batımını seyretmeye, gözlerini kapatıp kendini dinlemeye de vaktin olmalı.

Sanki yapılmamış işler peşinden kovalıyor ve sen onlardan saklanacak köşe bucak bulamıyor da sürekli kaçıyorsun. Belki yıldırım hızıyla geçerken bu yazıyı bile okumaya fırsatın olmayacak ama ben yine de “bir umutla” yazıyorum 🙂

Ne süratle gidersen git, ara sıra durmayı da bil.

Dur ve kendini düşün…

♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥♥

Yukarıdaki yazım 29.11.2016 tarihinde HTHayat’ta yayınlandı.



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir