Kırmızı Mantolu Kadının Berlin Anıları

“Neden Berlin?” diye soranlar oldu. Daha önce de “Neden Van?”, “Neden Urfa?” ve “Neden İsrail?” diye soranların olduğu gibi… Aslında ne bekleyenimiz, bizi gezdirecek birisi vardı orada, ne de listemizin en başındaydı. Amsterdam’a mı gitsek, Kudüs’e mi, yoksa Berlin’e mi diye düşünürken; yüreğimin bir köşesinde hep  ♥ İspanya ♥ vardı ve diğer köşesinden de Portekiz “Lizbon’a, Porto’ya gel” diye fısıldıyordu aslında. Olacağı varsa, ipler kontrolünüzden çıkıyor bazen. Kudüs’te 10 seneden fazladır aynı evde oturan arkadaşlarımız taşınmaya kalkışınca, Amsterdam uçağında son ucuz yerler son anda satılınca; “kısmet” dedik. Demek kaderde varmış bu kış Berlin’e gitmek ve o soğuğu yemek pahasına, karlı yollarında yürümek… 

“Yağmur olmasın da rahat rahat gezebilelim” dileğimiz kabul görmüş; 5 gün 5 gece boyunca güneşli ama feci soğuk, karlı ama ılık, (son gün de) hem karlı hem de bulutlu olmak üzere; yağmur hariç her çeşit havasını göstermişti bize Βερολίνο  (“Verolino”).

Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna” adlı eseri de Berlin’de geçiyormuş. 

“Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimi ilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda bir tanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım.” diye ifade ediyor kitabında, bir sanat galerisinde portresine rastlayıp hayran kaldığı “Kürk Mantolu Kadın” için hissettiklerini.

Bizim de Berlin için hissettiklerimiz öyle bir şeydi aslında… Hiç görmediğimiz, hatta dilini bile bilmediğimiz bir yere gidiyorduk da hiç mi hiç yabancılık çekmeyeceğimizi ve bu kadar seveceğimizi belki biz bile  tasavvur edemiyorduk.

Oysa ki Berlin bize kucağını açtı… Berlin’in mahalleleri hakkında fazlaca bilgimiz olmadığından; önceden giden bir kaç arkadaşımızın acizane tavsiyelerini de göz önüne alarak internette booking.com adresinden “fiyatı uygun” ve “merkeze ulaşımı kolay” kriterleriyle Kreuzberg’de bir otelde rezervasyon yaptık. İnternette her şey var artık! Havaalanından otelime nasıl giderim, neyle giderim, bilet nereden alırım vs. vs. Metronun otelimize en yakın istasyonundan çıktığımızdaysa, kendimizi Türk mahallesinin ortasında buluverdik 🙂 Her yerde her şey Türkçe yazıyordu: “sünnet takımı”, “çay takımı”, “gelinlik”, “yaz sezonu biletleri”, “züccaciye”, “eczane”, kebap, börek, döner, simit…

Biz Almanya’ya geldik mi, yoksa hala Türkiye’de miyiz, anlayamadık 🙂

Sonuçta kaldığımız oteli de Türkler işletiyordu. Alışveriş yaptığımız 3 marketten 2sinin kasiyerleri de Türktü. Küçüklüğümde Hannover’de 1,5 yıl yaşamış olmama rağmen, Almancam “guten Tag“, “danke schön”, “tschüs” ten öteye gidemiyorken, bir de baktım biz işimizi gayet güzel Türkçe halledebiliyoruz.

Mesela, çok geçmeden boğazım acımaya başladığında hemen köşedeki “Eczane”ye gidip derdime deva bir şeyler alabilmiştik. Her ne kadar gelmeden önce internette Berlin’in hava durumuna bakmış olsak da; bu kadar soğuk olabileceğini hiç beklemediğimizden daha ilk günden almak zorunda kaldığımız şeyler oldu: ayağıma altı kalın, içi de sıcak tutan botlar ve başıma da kulaklarımı tümüyle örten bir bere. İyi ki C&A’de indirim başlamıştı 🙂  Çünkü kış geldi diye yaşadığımız yerlerde (Gr veya TR olsun) giydiğimiz şeyler, buraların soğuğuna uygun değildi. Biz son yıllarda eksilte eksilte bir iki tane kalan kazaklarımızı bile giyemez olmuştuk. Ne bereler, ne de eldivenler az kullanılmaktan eskimez olmuşlar, birer aksesuar olmaktan öteye geçemiyorlardı.

Fotoğraflarda kar beyazın üstünde iyi kontras yapan kan kırmızısı mantomun da kaderi kazaklardan farklı değildi. Yıllar önce rengine vurulup indirimden aldığım bu mantonun, Berlin’deki kadar soğuk olmadığı için 10 seneden fazladır dolap beklediğini ve bu vesileyle hatırlanıp bir işe yaradığını da kimse bilmez. Biz Girit’te kara kış mı görüyorduk ki? Berlin’in hava tahimnlerinde eksi (-) değerleri görünce;

– iyi de… ben ne giyeceğim diye kalakalmış. Sonra da 3 sene evvel bizimle birlikte yeni eve taşınan, az giyilenlerle gardırobun en üst katına asılmış ve tam anlamıyla varlığı unutulmuş mantom “kıtlıkta katık” olmuştu 🙂

Bilemiyor işte insan… bir giysiyi aldığınızda onu nerede, nasıl ve ne sebeple giyeceğinizi; o pabuçların ne yollara gideceğini; o ceketin, şapkanın sizinle birlikte nelere tanık olacağını…. belki sevinçten uçacağınız, belki de yerin dibine geçeceğiniz bir günde giyeceğinizi…

Kırmızı mantoyu ilk ve son giyişimde yüreğimi sızlatan şeydi belki de gardıropa atılıp unutulmasına neden olan.

10 küsur sene evvel, yeni aldığım kırmızı mantomu çok soğuk bir kış günü Yunanistan’da ilk ve son kez gittiğim cenaze töreninde giymiştim. Benim yüreğimde -hâlâ da- bambaşka bir yere sahip olan, *Papu’yu, Yorgo’nun (baba tarafından) dedesini son yolculuğuna uğurladığımız gündü.  Kayseri doğumlu Kapadokya Rumlarından olan Papu’nun ölüm haberi yüreğime ateş gibi düştüğünde ne kadar çok üzüldüğümü bir ben bilirim. Bir de başka hiç kimse…

 O gün, nerelerde doğup büyümüş, neler geçirmiş, 1 asırlık koca bir hayatı devirmiş bu adamcağızın doğduğu topraklardan kilometrelerce uzakta gömülüyor olması bile yüreğimi için için sızlatırken, uzaktan akraba, densiz kadının biri yanıma yaklaşmış ve umarsızca

– Siz, Türkiye’de cenazelerde kırmızı mı giyersiniz? demişti.

Acımın bana yettiği, dünyanın ufak tefek anlamsız detaylarına kafa yoramayacak kadar hayatı sorguladığım bir anda, bu patavatsız soruya şaşırmış;

– ne kadar çok üzüldüğümü giydiğim renk mi gösterecek? diyebilmiştim ancak.

İnsanların simsiyah gözlüklerin ardına saklandıkları, karalara bürünmekle yasların en büyüğünü tuttuklarına inandıkları diyarlarda, evet, ben kıpkırmızı giyinmekten hiç utanmam! Çünkü gidenin ardından bende kalan sevgi, insanların ne düşüneceğine kafa yoracak kadar ucuz değil… Yüreğimin ne kadar sızladığının ölçüsü de ne kadar karalara bulandığım hiç değil!

İnsanlar ne tuhaf… din, milliyet, kültür ne olursa olsun tuhaflık sınır tanımıyor.

Çok ender de olsa, o kadını gördüğümde hala tüylerim diken diken olur.

Mantoya gelince; artık bana, fotoğraflardaki kar beyaza bürünmüş Berlin’i hatırlatacak olması güzel elbette…

İzmirde doğup büyümüş ve Akdenizde yaşıyor olduğum için, şu 5 günde Berlin’de ömrüm boyunca bana yetecek kadar soğuk hava gördüm ve üşüdüm. Sadece bu yüzden, eğer bir gezi yazısı yazacaksam, her şeyden ama her şeyden önce, okuyanlara nasıl giyinmeleri gerektiğini de tavsiye etmeliyim, diye düşünüyorum.

Benden sonra gideceklere, rehberlik edeceksen eğer, ne giyileceğinden tut da, nerede / ne yenileceğinden / ne içileceğinden de söz edeceksin…

İlk bölümde öğrendik ki; “KIŞIN BERLİN’E GİDERKEN SIKI GİYİNECEĞİZ”. Kalacak yer konusunda kararsızsanız, özellikle de Almanca bilmiyorsanız; Berlin’de Kreuzberg’de kalmak büyük avantajmış. Kaldığımız yerden Berlin’in her yönüne ulaşım çok kolay ve hızlıydı. Yürümekten de kaçınmıyorsanız; pek çok popüler yere yürüme mesafesindeydik.

Korkmayın, her şeyden söz edeceğim: Arap restoranındaki tandır ekmeği arası falafellerden, içine daldığımız pazar yerlerinden, sıcak şaraptan, bratzel’den, kişiye özel kokteyl hazırlayan barmenden, girmek için kapısında tam 55 dakika beklediğimiz Bergama Müzesinden çıktığımda hissettiklerimden, ilginç dizaynı ile Musevi Müzesinden, Doğu Duvarındaki resimlerden, karda fotoğraf çekmeye kadar… yazacak çok şey var daha 😉

N’aparsanız yapın, gezmeye devam edin… bir yandan da beni okumaya 🙂

 

* Papu (Παπού): Yunanca’da “büyükbaba, dede” anlamına gelmektedir.