Eylül Yağmuru


Hiç kısa kollu ve sandaletli iken Eylül yağmurunda ıslandınız mı?
Ben ıslandım.

Evet, sonunda yağmur buraya da geldi. Yaz yağmuru… Ne ağaçların ne de arabaların altı ıslandı, ne de duvar dibindeki saçak altları. Yazın bittiğine ne kadar inanmak istemezsek, o oranda da şemsiye almayı reddediyor insan bu ilk yağmurlarda. Kapıdan çıkar çıkmaz yağmur damlalarının hışmına uğrasa da insan, nasılsa geçer deyip hala sandalet giydiğine aldırmaksızın su birikintilerine şap şup basarak, ayak parmakları ıslana ıslana düşüyor yoluna. Ben de öyle yaptım. Nasılsa biter, geçer bu bulutlar dedim. Eh, utandırmadı beni yağmur. İşim 1 saat kadar sürmüştü. Tekrar dışarı çıktığımda yağmur çoktan dinmiş, caddeler yarı yarıya kurumuştu bile. Bulutların arasından pırıl pırıl sırıtıyordu güneş. İşte böyle anlarda, insan şemsiye taşımadığına değil de güneş gözlüğünü almadığına hayıflanıyor 🙂

Nedense ayaklarım ıslanınca, aklıma suyun içinde yetişen nilüferler geldi 🙂 Yazının başına, yıllar önce çektiğim bu nilüfer çiçeklerini koymak geldi içimden. Gerçi o zaman ilkbahardı. Girit’e yeni dönmüştük. Belki havalar şimdikinden daha serinceydi… ya da biz kolay kolay kışlıklarımızı çıkartamıyorduk. (Neden mevsim değişikliğine bu kadar direnir ki insanoğlu?!…)

Suyun içinde biten bu güzel nilüferlere hayran kalmıştım. Üstelik bunlar bir gölde değil de, zevkli ve özenli bir bahçe sevdalısının avlusunda, su dolu toprak bir kübün içinde çıkmışlardı. İçine koyulmuş birkaç tane kırmızı Japon balığıyla birlikte adeta gölden minik bir detay gibiydi.

Bir süredir pek çok alakasız şeyin üst üste ters gittiği şu günler, her halde zirvesine ulaşmış, zirveden aşağıya inişe geçmiş olmalıydı artık. Ard arda gelen haberler ve aynı günde gelişen olaylar, yüreğimde sevincin tekrar bu nilüfer çiçekleri gibi açmasına sebep olmuştu. Fotoğraf makinam -biraz beklemek zorunda kalsam da- tamir olacaktı, bozulan bilgisayar meselesi de halolucak görünürken, 2 aydan fazladır beklediğim kitap da en sonunda bugün ulaştı! Aylardır benim ve diş doktorumun seyahatleri sebebiyle ertelenen ufak operasyon en sonunda yapıldı. İş dönüşü elinde, artık neredeyse kaybolduğuna ikna olduğum kitapla birlikte gelen Yorgo, kitabı benden önce görüp de aldığı ve bana sürpriz yapabildiği için çok keyifliydi. Oysa genellikle bir paket geldiği ufacık bir kağıtla bildirilir sonra o kağıtla gidilip ancak ismi yazan kişi tarafından teslim alınabilirdi. Bu yüzden, o minicik kağıdın kesin kaybolduğuna inanmış ve 40 yılda 1 kere Internetten kitap ısmarlamanın hevesi boğazımda bir düğüm gibi kalmışken, tüm umutların tükendiği anda gelmişti işte! 🙂

Sırada terslikler ve belirsizliklerden sıyrılıp doğru bir yol bulması gereken başka şeyler de var elbet. Ama birşeylerin düzelmeye başlaması da az umut verici değil.

Eylül böyle işte… nasıl geldi, nasıl da bitti, anlayamadık bile. Havalar insanın canı denize girmek isteyecek kadar sıcak değil, ama şakır şakır yağmur da yağmıyor burada henüz. Sadece yüzümüzü, omuzlarımızı, bir de sandaletli ayaklarımızı ıslatıyor. Kimbilir şimdi nerelerde, ne yağmurlar yağıyordur ki benim gibi henüz şemsiye almamaya kararlıların canına okuyordur!

Gerçi hiç belli olmaz, siz bu yazıyı okuyuncaya kadar tekrar yağmaya başlayıp beni utandırabilir. Aynı bugün Yorgo’nun zaten yağmurdan bıkmış olan İngiliz turistlere:
“istatistiklere göre Girit’te yılın 300 günü güneşli geçer” demesinin üzerine, henüz vardıkları Knossos antik sarayında yağmur bulutlarının üstlerine boşalması gibi :))



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir