Berlin Müzesi’nde saklasak mı saklamasak mı?

Asurlular dönemine ait takıların renkleri şahane…

Tam 55 dakika Bergama Müzesi’nin girişinde kuyrukta beklerken, umuyoruz ki bu kadar beklediğimize değecek göreceklerimiz. Çünkü biliyoruz ki bu müzenin en önemli ve en olaylı parçası, müzeye adını veren Bergama Alter (Zeus Sunağı) ziyarete kapalı, ne yazık ki… Bergama’yla ilgili Türk-Alman hükümetleri arasında “sen çaldın!” “ben çalmadım, siz verdiniz!” tartışmaları sürüp giderken, bu salonun, içindeki inciyi saklamaya çalışan bir istiridye gibi kapanması da bizim şanssızlığımızdı.

Ömrümde ilk defa -8 dereceyi görüyorum.  Bu soğukta dışarıda beklerken; ellerimiz, ayaklarımız donduktan sonra en sonunda Bergama Müzesi’ndeyiz. Dışarıda hava ne kadar soğuksa, müzelerin içi de o kadar sıcak. Bu sebeple, her müze girişinde vestiyerlere paltonuzu bırakabilmek için sırada bekliyorsunuz. İnsanlar ellerinde paltoları, atkıları olmadan rahat rahat müzeyi gezebildikleri için, bunun ne kadar da düşünceli bir hizmet olduğunu düşünmüştüm ilk girdiğimiz müzede. Meğer bunun da onlar açısından bir başka sebebi daha varmış ki bunu ancak yeri gelince anlayacaktım.

Dediğim gibi, dışarıda o kadar çok bekledikten ve donduktan sonra, sıcacık müzeye girdiğimiz halde, bir süre mantomu çıkarmak bile istememiştim. Sonunda şu meşhur Bergama Müzesine girmeyi başarmış olduğumuzdan, müzede gördüğümüz her şey sanki daha başka bir anlam kazanıyordu. Müzeye girer girmez karşınıza çıkan Babil’in İştar Kapısı sanki gerçek değil de hayal ürünü gibiydi. Masallarda anlatılan uzak uzak diyarlardaki şehirlerden gelmişti adate. Kendisi “gelmişti” demek doğru olmaz tabi; “getirilmişti” bir şekilde, tabi ki. Çünkü muazzam güzellikteydi. Böyle bir güzelliği herkes kendisi için isterdi. İnsan da olsan, devlet de… Güzel olmasına çok güzeldi de… çok da büyüktü, muazzam büyüktü: 12 metreden yüksekti duvarları! 2600 yaşında olmasına rağmen hala dimdik ayakta duruşuyla, o güzel renkleri ve motifleriyle insanı büyülüyordu.

Ama neden buradaydı?  Nasıl olup da memleketinden bu kadar uzaklardaydı? Bu soruları sormamak, düşünmemek mümkün değildi benim için.

Hakkında hukuki mücadelenin hala sürmekte olduğu Bergama Zeus Sunağı’nı göremeyeceğimizi biliyorduk ama şu anda sergilenen eserler içinde görebildiklerimiz de bana aynı duyguları hissettirmeye yetiyordu. Ana vatanı ister benim memleketimde Bergama olsun, isterse Mısır ya da bugünkü Irak ya da İran, fark eder mi? Önemli olan bu muazzam eserlerin şu anda burada bulunmaları… ve kim bilir ne yollarla buraya ulaştıkları… ne kadar yasal, ne kadar dürüstçe?!

Bugünkü Irak topraklarında bulunan, Babil kentinin surlarında,  kabartma ejderha ve boğa figürleriyle süslü ve sırlı tuğlalardan yapılmış olan ve “Tören Yolu” denen ana caddeye açılan dev boyuttaki İştar Kapısı,  İÖ 575’te Babil Kralı II. Nebukadnezar tarafından,  Asur ve Babil’in en gözde tanrıçası olan, Tanrıça İştar adına yaptırılmıştır.

Tanrıça İştar Venüs gezegenini temsil eder. Bereket, aşk, savaş ve seks tanrıçasıdır. İştar’ın en yaygın simgesi  beş köşeli yıldızdır; batı dillerinde karşılığı İngilizce’de “Star”, Almanca’da ‘Stern’dir.

Antik Babil’den “getirilen” İştar Kapısı’nın, insanlara oranla, ne muazzam boyutlarda olduğunu görüyorsunuz. Yani, ne yalan söyleyeyim, insan o zaman düşünmeye başlıyor… başlı başlınadevasa boyutta bir kapı, nasıl taşınabilir kilometrelerce uzağa? peki, ya Milet’in agorası… o kocaman mozaikler, insan boyunu aşan heykeller?!… daha neler neler…

İştar kapısında kullanılan sembolerden biri de sanki benim için yapılmıştı 🙂

Ve Milet’ten Agora (Çarşı) Kapısı. Bu devasa şey buraya nasıl gelir?

Bergama müzesinde 2019 yılına kadar sergilenen ender parçalardan biri olan Mshatta Alınlığı da böylesine kocaman bir şey. (Gördüğünüz gibi mantom hala sırtımda… çünkü daha yeterince ısınmadım)

Bize Zeus Sunağını görmek nasip olmadı ama Milet’in agorası’nı gördükten sonra aynı şeyi düşündük Yorgo’yla. En azından Bergama Müzesi’nde, Türklere ve Yunanlılara giriş bedava olmalıydı. Oysa biz üstüne para vererek görebilmek için, saatlerce bu soğukta dışarda kıuyrukta bekliyorduk üstelik. Bu işte bir terslik vardı kesinlikle!

Almanlara soracak olsanız, eminim savunmaları hazırdır:

 

– Babil’in İştar Kapısını Irak’ta bıraksaydık ne olacaktı?  Saddam’ı bombaladıklarında yok olup gidecekti, demek;

 

– Zeus Sunağı da Bergama’da kalsaydı siz de ona bakamayacaktınız zaten, demek… bana ne gibi geliyor biliyor musunuz?

 

“Sen bahçendeki güle bakamıyorsun” diyerek, komşumun gülü bahçemden söküp kendi bahçesine dikmesi gibi bir şey.

 

 

Hem komşumun iyi bir bahçıvan olması ona benim gülüme el koyma hakkını vermez ki… Benden yürüttüğü çiçeğe bahçe çitlerimin arkasından, ancak uzaktan, baka kalmamdan da kötüsü; onu bir seraya koyması ve bana hiç göstermemesi olurdu. Ve yahut her görmek istediğimde bilet kesmesi, bir de bu durumdan ve benim sırtımdan para kazanması!!

Berlin Müzesi’nde yaptıkları bu değilse, nedir?…. varın siz düşünün…

Yetkililer, elbette diyecekler ki zamanının padişahlarından izin alarak “götürülmüş”. Öte yandan, bizimkilerin oldum olası ellerindeki değerlerin kıymetini bilmedikleri gözardı edilemez bir gerçek.

Ama bunu fırsat bilen “kıymetini bilenlerin”, bunu kitabına uydurup “yürütmeleri” hiç hoş değil, dürüstçe değil, hiç mi hiç doğru değil! Bana göre, fırsatçılıktan başka bir şey de değil. Bu yalnızca Yunan ve Türk eserlerinin davası da değil...

Orada o kadar çok medeniyetten eserler vardı ki; bize bir de şöyle düşündürdü: bir gün Türk ve Yunan eserlerini geri kazanmayı başarırsak, bizden cesaret bulan Mısır, Irak, Kıbrıs gibi her ülke de her şeyini geri alsa, Almanlara Bergama Müzesinde sergileyecek ne kalacak ki?!  Neredeyse HİÇ!

Bu konu beni çok düşündürdü. Türkiye’ye döndükten sonra da pekçok arkadaşımla konuyu tartıştık. “Ama onlar Türkiye’den çalındı. Türkiye’ye geri gelmeli.” sözlerimi çok yanlış anlayıp fazla “milliyetçi” düşündüğümü söyleyen de oldu. Bir kere Milliyetçilik bana o kadar uzak bir kavram ki… Düşünün, ben milliyetçi birisi olsaydım, kesinlikle bugün yaşadığım topraklarda yaşıyor olamazdım, yaşamak zorunda kalsam da mutlu olamazdım. 

Ben yalnızca adaletin olması gerektiği taraftan yana ağır basmasından yanayım.

Bu adamın profiline bayıldım ben. Seyretmeye doyamadım desem, yalan olmaz.

Bu keçili adamın da kıvırcık bukleli saçlarına, sakalına 🙂

Bergama Müzesinde bazı eserlerin sergilenmiyor olmasına rağmen müzeki de eserler gez gez bitmiyordu. Bu arada, bunca eserin nasıl olup da buralara geldiği konusunu açtığımızda kan beynimize sıçrıyordu. Belki de bu yüzden artık fazlasıyla sıcak geldiğini hissetmiş ve müze girşinde üşümekten vestiyere teslim etmediğim mantomu koluma almış devam ediyordum müzeyi gezmeye.

Çok geçmeden müze bekçilerinden biri yanıma yaklaşıp, yine, Almanca bir şeyler söyledi; ben de yine anlamadım, napayım 🙂 Sonra adamcağız elimdeki mantoyu göstererek tekrar etti. Anladım ki “vestiyer var. Oraya bırakabilirsiniz” dibi bir şeyler söylemeye çalışıyor. Ben de pişkin pişkin “no thanks” diyorum. Sizin müzeye girinceye kadar ne kadar çok donduğumu, o yüzden çıkarmadığımı, şimdi de vestiyere gitmek için artık çok geç olduğunu anlatmaya çalışıyordum. 

Sonunda adam dayanamayıp “English?” diye sordu. Sonra gidip dar uzun bir karton parçası getirdi, parmağıyla İngilizcesini bulup okumam için bana gösterdi.

Elindeki kartonda pek çok dil arasında, İngilizce şöyle yazıyordu: “Lütfen müze girişindeki vestiyere mantolarınızı bırakınız ya da bırakmıyorsanız üstünüze giyiniz!!!” Okuduklarıma inanamıyordum.

Çok kızmıştım!! Artık müzeyi baştan aşağı geri gidemeyeceğime göre, burnumdan soluyarak artık nasıl giydim sırtıma mantomu bilemezsiniz. Bir kaç dakika söylendim. Sonra kendimce izahlar buluyordum. Bütün müzelerin girişine vestiyer koymaları da bundan mıydı? Paltomuzun içinde bir şeyler yürütmemizden mi korkuyorlardı?

Eh, tabi işkilli teneke kendinden tıngırdar!

O gün o kadar kızmıştım ki sabahtan bu müzeye girebilmek için ne kadar üşüdüğümü bile unutmuştum. O günkü kızgınlıkla hiç kimse beni bu müzedeki eserlerin yasal ve hukuka uygun yollarla geldiğine, hakkını vererek ve her şeyi kanunlara uygun yaptıklarına ikna edemezdi.

Ama bir de madalyonun öteki yüzü var ve o yüzde öyle bir hükümet var ki yalnızca elindekilerin kıymetini bilmemekle kalmıyor aynı zamanda eline aldığını da, “keşke hiç el sürmeselerdi” dedirtecek hale sokuyor, ne yazık ki.

Son zamanlarda İshak Paşa Sarayını göreniniz var mı?

Benim hayalimdi İshak Paşa Sarayı’nı görmek… Kendi gözlerimle görmedikçe gerçekten var olduğuna inanamıyordum çünkü. Öyle masalsı öyle gerçek dışı bir görüntüsü vardı ki sanki yalnızca peri masallarını anlataan kitaplarda vardı.

2001 yılında ben hayalimi gerçekleştirdim ve gördüm sarayı. Ellerimle dokundum ve gerçekten var olduğunu kanıtlamaya çalışır gibi bol bol fotoğrafını da çektim, iyi ki…

Oysa şimdi bakın ne halde! İşin en kötü yanı da İshak Paşa Sarayının bu kadere mahkum olan ne ilk ne de son eser olması. Kars’taki Ani Harabelerinin de kendi kaderine terk edilip her seferinde daha fazla harap olduğunu söylüyor bir arkadaşım ve çok üzlüyorum. Elimizden gelmiyor bir şey. O zaman hangisi daha iyi… sizden alıp götürmeleri mi sizde kalması mı?

Cevaplaması çok zor bir soru…



2 thoughts on “Berlin Müzesi’nde saklasak mı saklamasak mı?”

  • Kalmali miydi? Zor bir soru! Knidos Aslani’ni elbet yuzum Akdeniz’de, sirtim Ege’de, kekik kokularini cigerlerime cekerken gormek istersim. Hangi topraktan gelirse gelsin, tarihi eserler dunya mirasidir ve her ulke onlara gereken degeri verip korumak zorundadir. Keske hepsi yerinde korunabilse(ydi)… Dusunduren bu guzel yazi icin cok tesekkkurler!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir