6-7 Eylül 1955 ve 6 Eylül 2013

“Rüzgâr ekip fırtına biçen Başbakan Menderes ve hükümeti, kabahatini başkasına atan bir çocuk gibi, günah keçisi aradı. 6-7 Eylül Olayları’nı komünist bellediklerinin üstüne yıktı… Aylarca tutuklu kalan sanıklar, İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada, beraat ettiler.”   demiş ALTAY GÜNDÜZ (6-7 Eylül olaylarından söz ederken kitabında).

Baudolino adlı romanında, Umberto Eco, Baudolino adında genç bir İtalyanın, İmparator Friedrich Barbarossa’yı Haçlı Seferi’ne ikna edişini, 1204 yılında, Dördüncü Haçlı Seferi sırasında Bizansta gelişen olayları ve Venedik tekneleriyle Konstantinopolis’e gelen Katolik Latinlerin, Bizanslıların başkentini nasıl talan ettiklerini ve sefer sonunda burada kurulan Latin İmparatorluğu’nu, anlatır.

Aradan 751 yıl geçiyor. Yine hedef İstanbul, yine saldırı var, talan var, tecavüz var, yağmalama var. Ama bu kez yapanlar Haçlı Seferleriyle gelen Latinler değil. Daha da acı ki aynı memleketin insanları!

Zaten Varlık Vergisiyle gayrimüslimlerin bellerini büken, sürgünlerde süründüren anlayış, fesatlığının zirvesine 6-7 Eylül olaylarıyla ulaşıyor.

O zamanın Başbakanı, cahil halkı tahrik ediyor. Birbirine düşürüyor. Yandaş gazeteciler de desteklerini esirgemiyorlar elbette.

Halbuki Lozan Antlaşması hükümlerine göre; Türk kimliği taşıyan Hristiyanların, Musevilerin yasalar önünde Müslümanlarla eşit konumda olduğu belirtilmemiş miydi?

O zaman, Bizanslıların soyundan gelen İstanbullu Rumların ve Müslüman olmayan diğer yurttaşlarımızın uğradıkları bu felaketin sorumluları kimlerdi?

Mallarının mülklerinin yakılıp yıkılması, talan edilmesi yetmezmiş gibi, kadınlarına ve kızlarına tecavüz edilmesinin günahı kimin boynuna?

Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi varsa hepsinin dükkânlarına girdik, evlerine daldık. Öyle bir kargaşa vardı ki, İstiklal caddesinde iki gün tramvay çalışamadı. Yola kumaşlar, perdeler, eşyalar atılmıştı. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkânına saldırıyorlar. Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın… Epey bir süre sonra gece 12 civarı asker geldi, biz kaçıştık.

Gece de gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar, insanlar doluşup oralara da gitti yağmacılık etmeye, ben gitmedim ama. Aldıklarımı teknenin altındaki mazgala gazeteye sarıp sakladım. Aldıklarımı diyorum ama aslında çaldıklarımı demem lazım, çünkü tekneye gidince yaptığımın hırsızlık olduğunu düşündüm. Niye aldım diye biraz pişman oldum. Sabah olunca baktım teknenin biraz ilerisinde bir kese altın, başka bir yerde üç tane beşibiryerde reşat. Aldım onları da…” diyerek 6-7 Eylül 1955’te yağma olaylarına katıldığını söyleyen ‘Eski İstanbul kabadayısı’ Mikdat Remzi Sancak o geceyi anlatıyor. (9 Eylül 2011 tarihinde Agos’ta yayımlanmıştır.)

* Kışkırtma var. Birbirini daha önce hiç tanımamış insanları birbirine düşürmek, bunu yaparken de “dini” kriterleri alet etmek var. Aralarına fitne, fesatlık, düşmanlık, hırs, acımasızlık, gözü dönmüşlük tohumları serpmek var.

* Size de tanıdık geliyor mu?  Güç üstünlüğü ispatlama savaşı mı?

Oysa, gerçek güç sahibi II. Mehmet, 1453’te Konstantinopolis’i fethettiğinde; kutsal yapılara zarar vermemiş, tersine birçok kiliseyi camiye dönüştürmemiş miydi?

 

6.EYLÜL.2013

58 yıl sonra yine bir 6 Eylül.

Bugün hedef, azınlıklar değil.

ODTÜ ormanından geçmesi planlanan yol uğruna kesilecek binlerce ağaç ve bu ağaçların kesilmesini engellemek isteyen direnişçiler! Bu kez hedef, ODTÜ!

Direnişçilere defalarca saldıranlar da polisler. (yani hiç tanımadığı, daha önce yüzünü görmediği insanların üstüne salmak üzere devletin “tuttuğu” adamlar, aynı 1955’teki gibi)

Arada hiç de küçümsenmeyecek bir fark var.

Bugün kaynayan bir kazan olan Ortadoğu’dan adını almış üniversitenin, 50 yıldır bir bozkırdan orman yaratan ODTÜlüleri, çevre düşmanı bir iktidarın ODTÜ Ormanını yok etme projesine karşı direnecek güce sahip!



Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir